Mitolojiler, evrenin oluşumunu, doğal olayları, ilahların işlevlerini, kahramanları, insanın yaratılışını ve kadın-erkek ayrımını, yaşamı, ölümü, efsaneleri, vb. anlatan, başka deyişle bir toplumun, insan bilgi, tecrübe ve birikimini yansıtan ciddi söylencelerdir.
Mitolojiler, yaratılış ve bereket söylenceleri yanında, destanlar gibi toplum üyelerine başarılı olmak için gerekli deney-tecrübe ve davranışı da öğretirler. Bu açıdan; felsefe, bilim ve dinden önce gelen mitolojik düşünce, bunların tüm ilksel başlangıçlarını da kendi içinde taşımaktadır.
Mitler alelade anlatılar değildir. İçinden çıktığı kültürün yansıması olarak, bireylere binyılların bilgi ve birikimini hayal gücünde sanatsal olarak yansıtırlar. Mit yazıcıları, yazılı dönem öncesi ozanların söyledikleri destanları düş gücünü kullanarak yazıya geçirmişlerdir. Mitos (mythos) Yunancada söz, öykü anlamına gelir. Mitoloji, mithos ve logos kelimelerinin birleşiminden oluşan, yunanca kökenli bir sözcük olup, günümüzde, mitlerin bilgisi ya da söylence bilim anlamına gelip, geçmişte söylenenlerin yeni kuşaklara aktarılması işlevini yerine getirir.
Ama Mit sözcüğü Türkçeye yunanca satyros kelimesinden ‘Satir’ olarak da geçmiştir: Mitolojide keçi ayaklı, insan gövdeli, kuş tırnaklı, müstehcen yaratıklar anlamına gelen Satirler, Pan gibi halkın sevgilisi eski tanrı-tanrıçalara gönderme yapar.
Mitoslar, ilkel insan topluluklarının, evreni, dünyayı ve doğa olaylarını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri yaşamın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına bağlamak gereksiniminden doğmuş öykülerdir. (B. Necatigil, Mitoloji Nedir? s.13).
Mitoloji metinleri aynı zamanda kutsal dini metinleri bağrında taşırlar, hatta gittikçe özdeşleşirler. Grek mitolojisi, Yunanlıların dinidir. Kitabı Mukaddes’te geçen; Yaratılış, Tufan, Mısır’dan Çıkış, Yusuf ile Züleyha Hikayesi, vb. söylenceler İbranilerin kabul ettiği dini metinlerdir. Kaldı ki arkeoloji biliminin gelişimiyle günyüzüne çıkan Sümer tabletleri; Yaratılış ve Tufan gibi efsanelerin, tek tanrılı dinlerden çok önce yazıya geçirildiğini gösterdi. Göbekli Tepe arkeolojisi ise bugünlere kadar dinlediğimiz mitolojilerin sembolleriyle tarihe yeni bir pencere açtı.
Her kültürün bir mitolojisi var: Sümer mitolojisi, Türk mitolojisi gibi… Sümer, Hint, Yunan söylencelerinin evrensel bir yaygınlığı vardır. Türkçe konuşan halklarda da ciddi bir söylence birikimi mevcut ama Türk Mitolojileri üzerine inceleme pek az. Türkiye, mitolojiyi okullarda okutmadığından topraklarında birçok söylence yaratmış Anadolu insanı mitolojiye görünüşte yabancıdır. Görünüşte yabancıdır, çünkü mitolojik bilincin ve düşünüşün hala yaşadığı yer yine Anadolu’dur.
Dünya mitolojilerini araştırmak, insanın dünya anlayışını, hayal gücünü, sanatsal, kültürel bakışını derinleştirir ve başkalarını değerlendirme olanaklarını zenginleştirir. Dünya mitlerini inceleyen kişi her kültürün ve sanatın ayırt edici yönlerini öğrenir.
Mit, Tabu, Büyü
Doğa ilk insanlara cömert davranıyor, emek harcamadan toplayıcılık avcılıkla geçiniyor, kendilerine uzun boş zaman kalıyordu. Fakat onların da doğal zorunlulukları vardı: Güneşin doğması, batması, yakıcılığı; Ay’ın geceleri ışık vermesi, üç gün batıp-yere girip- kaybolması dördüncü gün çıkması, yılanlarında ay gibi yeraltına inmesi; gök gürlemesi, şimşek çakması, yıldırım, fırtına, sel, deprem, volkanik patlamalar, yangınlar, vahşi hayvanlar, otlar, böcekler gibi sayısız doğal olay ve zorunluluklar karşısında insan bilimsel bilgiden yoksundu, doğa karşısında güçsüzdü. Bilmediği için bu doğal kuvvetlere tapınıyordu, taptıklarını ise tabulaştırıyordu. Tabu, tapınmaktan gelir.
Mağara resimleri, sanatın kökeni olduğu kadar bir büyü idi: Büyü ile insan doğala, resmini çizdiği varlığa hakim oluyor, karşılaştığında ondan korkmuyordu. Büyü, bir şeyin benzerini yapmakla, istek ve beklentinin gerçekleşeceği inancıdır; büyü, başarılmak istenileni daha kolay olan benzeri maket üzerinde, hayal gücüyle tahayyülde aşmak, hakim olmaktır; çünkü, benzer aslı etkiler, benzer benzerini doğurur, bir nesneyi etkileyen, onun orijinalini ve bağlantılı olduğu şeyi de etkiler. İnsan av nesnesinin resmini çizmekle, onu avucunun içine almış gibi oluyor, kendi malı yapıyor, çeşitli ritüeller ile kendini ava motive ediyordu. Mitlerin, tabu, büyü ve din ile yakın ilişkisi var.
Özetle, insan ne için dünyaya geldiğini, yaşamın anlamını, ölümü, doğanın cömertliği ve acımasızlığını tahayyülünde kuruyordu. Fakat bunların mantıksal, bilimsel açıklamasını yapamıyordu, başka deyişle doğanın zorunluluklarını, ilkelerini, yasalarını bilmekten, çözmekten henüz uzaktı. Olanlara rasyonel, mantıksal açıklamalar bulamadığından hayalinde akıl-dışı, fizik ötesi mit’ler yarattı. “Gök gürültüsüne ilkçağlarda Yahudiler Yehova’nın sesi derlerdi.” Göklerde suyu elinde tutan, insanlara kızdığı zaman, ceza olarak fırtına çıkarıp felaket gönderen bir fırtına tanrısı fikrinde ortaklaştılar. Çünkü doğa boşluk tanımazdı, mantıksal bilgi yoksa akıl-dışı, doğaüstü düşünce hemen onun yerini alıyordu.
Yukarılarda çekiciyle örsü döven bir Tanrı, kızgın metalle şimşeği çakıyor ve gök gürlemesini çıkarıyordu. Güneş, Ay ve Yıldızlar bu bağlamda mitsel tanrılardır. Bu tür açılımlar bize gülünç, çocuksu gelebilir. Ancak, insanların olayın akılcı bir nedenini bulma çabası bu tür zayıf metafizik düşüncelerle, dolaysız deneyimlerle başlar. Bunlar o zamanlar çok önemli hipotezler ve düşüncelerdi. Demirciler tanrısı emekçi Hefaystos insan hayal gücünde bu şekilde yaratılmış olmalı. “İnsan pek mecnundur. Bir sinek kurdunu nasıl yaratacağını bilmez, ama gider düzineyle Tanrı yaratır.” der, Montaigne.
Animizm
Erken mitolojinin en özgün biçimi animizmdir: İlk insanlar her şeyi kendileri gibi canlı sanırlar. ”Yaş kesen baş keser” ata-sözü her şeyin insan gibi can-ruh taşıdığı anlayışını ifade eder. Aynı şekilde ilk insanlar, kesmeden önce ağacın ruhundan kendilerini affetmelerini isterlermiş. Animizm, insanlığın kendisini özelde hayvan-bitki dünyasından, genelde ise doğadan henüz tamamen ayırmadığı bir döneme aittir. İnsan doğadan, özne nesneden henüz ayrılmamıştı. J.J. Rousseau, “insan özgür doğmuş, her yerde zincire vurulmuştur”, der. Başlangıçta doğal ve iyi olanın yapay bir uygarlık ve devlet tarafından yozlaştırılıp bozuma uğratıldığını söyleyerek, Toplum Sözleşmesi’nde çağına uygun bir doğa ve toplum düzeni anlayışı geliştirmiştir. O büyük bir doğa ve özgürlük aşığı idi. Uygarlığı, ilerlemeciliği eleştiriyordu. Onun hayaline ve düşüncelerine, atların, geyiklerin ve bizonların doğallıkla resmedildikleri mağara sanatının tazeliği ve güzelliği tanıklık eder. Mağara sanatı da mitolojiye eşlik etmiştir.
Karl Marx, Roussea’ya itiraz eder: İnsan her zaman ihtiyaçları, arzuları ve amaçları peşinde gider, der… “İnsan arzuları ve ihtiyaçları gittikçe inceliyor; midenin gereksinimleri yanında ruhun da doyurulması gerekir,” diyen Marx’a göre değişmez bir doğal durum yoktur, özgürlük ancak istek, ihtiyaç ve amaçlarımızı engelleyen sınırların yıkılıp aşılmasıyla mümkündür…
Farklı zamanlarda yaşasalar da çok verimli bir tartışmadır iki fikir ve eylem adamının eserleri arasındaki tartışma. Roussea’nun doğal dünyası, insan soyunun, doğanın cömert ortamında, emek harcamadan mağrur bir hayat sürdüğü, bir daha geri getirilemeyecek olan en doğal, en özgür, en eşitlikçi dönemdi.
İnsan bir yandan doğanın cömert ortamında cenneti yaşarken, diğer yandan bilincine varamadığı doğal zorunluluklar karşısında azap verici yok oluşu yaşayabilirdi. Yaşamın gereği olan aletler henüz doğa üzerinde egemenlik kuracak aletlerden uzaktır. En basit taş uçlu oklar, obsidyenden keskin aletler yapma yetisi bile yüksek soyut düşünce isterdi. Ama insan alet yapmaya zorunludur. Kültürü yaratanda bu zorunluluktur. Dünyayı anlama gereği, hayatta kalma zorunluluğuna sıkı sıkıya bağlıdır. Tekniğin gelişimi bilinci genişletti: Olaylar arasında ilişki kurma, soyutlamalar yapma, deneyimlerden genellemeler çıkararak ilkeler prensipler edinme sürecinde insan somuta tutsak olmaktan kurtuldu. Animizm, soyut kurgusallıktan uzak, saf materyalist düşünceydi. Ama mitosları soyut kurgular olarak tasarlayan insanlar ‘gerçekliğin yeni bir boyutunda’ yaşamaya başladılar. Bu yeni iletişim belki de insanları daha soyut düşünmeye, doğal olanı kişiselleştirmeye, kendilerini sembollerle ifade etmeye itiyordu.
Zira animist bilinç, analojiyle ana – tanrıça gibi idolleri, mitolojik nesne ve karekterleri farklı da olsa işliyordu. Mağara resmi, temsil ettiği varlığı, örneğin bir boğanın tüm özelliklerini yansıtırdı. Tanrıça idolleri aynı şekilde ideal Ana heykelcikleri idi ve imajı doğurganlıktı, analoji yoluyla tabiat gibi algılanıyordu. Av nesneleri ve ritüellerle ava kendini motive eden insan, resmini çizdiği varlığın ruhsal manevi koruması altında güvende olduğunu da düşünmeliydi. Bu bir paradoks ama anlaşılmaz değil. Mağara dönüştürücüydü; duman ve meşale altında, ateş önünde yaşayan insan için bu inler, kozmos ile bağlarını kuran ontolojik alanlardı. Duvarların ardı, ayın battığı, yılanın indiği, vb. mekanlar, yeraltına açılan alanlardı. Onlarda Tammuz gibi yeraltında yaşarlardı. Mağaralar bu anlamıyla insanların diğer canlılarla konuştuğu, ateşin kömürüyle resimlerini duvarlara boyaladığı bir küçük kozmos idi. Kendi hayal gücünde yeniden yarattığı ideal bir boğa resmi, doğurgan özellikli ana heykelciği orada durduğu sürece gücüne güç katıyordu. Ona hiç bir doğa gücü zarar veremez hatta dokunamazdı. Bu süreç insanın zihinsel olarak doğal kuvvetlere hakim olduğunun göstergesi. Bu resimler ileride yazıya evrilirken, söylenceleri ise din, bilim ve felsefeye evrilir.
Dolayısıyla mitoloji insanın içinde yaşadığı zor durumla baş edebilmesine yardım etmek üzere kurgulanmıştır. Mitoloji insanlara dünyadaki yerlerini ve doğru yönü bulmaları için yardım ederdi. Hepimiz nereden geldiğimizi öğrenmeye can atarız, ancak ilk atalarımız tarihöncesinin sisli ortamında kaybolduğu için biz de tarihsel olmasa da atalarımızın çevre koşullarına ve geleneklerine karşı takındıkları tutumları açıklayabilmek için mitler üretmişizdir. (Karen Armstrong, Mitlerin Kısa Tarihi, s.10)
Tüm mitoloji, doğa güçlerine, hayal gücünde ve hayal gücüyle baskın çıkar, hakim olur ve şekil verir, bu bakımdan onlar üzerinde gerçek hakimiyetin çıkıp gelişiyle birlikte kaybolup gider. Bu biçimiyle mitoloji, kuşaktan kuşağa geçen bir dünya görüşünün ilk tarihsel biçimidir.
“Mitoloji insanın toplumsal varlığının taşıdığı kimliğin bilinçsizce sanatsal olarak halkın hayal gücü içinde işlenmesidir.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş). ‘
‘Mitos’, diyordu Hegel, “Kendisini bağımsız olarak ortaya koyamayan düşüncenin güçsüzlüğünün bir ifadesidir”. Çünkü düşünen amaçları kabile belirlemekte, bireyin düşünme yükümlülüğü sınırlanmaktadır. Mitos ve kehanetlere karşı çıkan ilk filozoflar deli kabul edilirdi. Güneşin dev bir kaya olduğunu söyleyen Anaksagoras bunun bedelini kellesiyle ödeyecektir. Mitosların yerine düşünen kişinin bilinci geçerken bilgi hala mitolojik gölgelerin etkisindedir. Pythagoras, “Ben bir filozofum” dediğinde mitolojik düşünceden devrimci bir kopuş gerçekleştirmişti.