MÖ 9600’lerin hemen öncesinde avcı toplayıcıların dünyası, 1300 yıl süren Son ve Küçük Buzul Çağı’nın hala etkisindedir. Özellikle Anadolu’da da toplanabilir yiyecekler ve av hayvanları, araştırmalara göre iklim değişiminden etkilenmiştir. Ancak daha kuzeyinin etkilendiği kadar bir etkiyi aslında hiç yaşamadı. Av nesnelerinin ve devşirilen bitkilerin yok olmasını gerektiren bir durum özellikle Mezopotamya’da hiç olmadı. İklim değişip ısı yeniden yükseldiğinde, insanın doğal zorunluklar altında bile özellikle obsidyeni en iyi şekilde kullandığı, hayatını kolaylaştırdığını mağaralar, tüneller, yeraltı sığınakları, ok uçları gibi av aletleri ve diğer üretim nesnelerinde anlıyoruz.
Son buzul çağının sona ermesinden sonra insanın yaşam biçiminde ciddi değişiklikler gerçekleşmiştir. En başta iş aletlerinin, üretici güçlerin, üretim biçiminin değişmesi gelişmesi anlamına gelir ki, bu da yaşamın, kültürün, zevklerin, arzuların değişmesi demektir. Köklü toplumsal ve ekonomik değişiklikler kuşkusuz hayatın dinsel ve ruhsal boyutlarında da değişimler yaratacaktır. Gelişen teknik, insanın dilini, düşüncesini de değiştirir. Başka bir ifadeyle değişen ruhsal boyut edimini kültürel ve sanatsal alanda dışavurur. Bu sanatlar, anıtlar ve semboller, insanların bol serbest zamana sahip olduğu yerlerde ortaya çıkmıştır. O dönemde doğanın cömert olduğunu, insana çalışma zorunluluğu yüklemediğini, hatta insana tahminlerimizin ötesinde boş zaman bıraktığını unutmayalım. Buzulların erimesiyle her tarafın sel suya kardığı, bataklıklarda sürüngenlerin, yılanların olduğu bir kaos dönemi tasarlayalım aynı zamanda tahayyülümüzde. Dolayısıyla yerleşimlerin, kült yapıların tepelere kurulması bizi yanıltmamalı, Avrupa’da evler güvenlik için kazıklar yardımıyla su üzerine kurulurdu. Göbeklitepe’de evcilleşmenin ve tarıma geçişin öncesinde tapınaklarda toplaşmaların olduğu tezi üzerine yorum yaparken, bunun geçmişten gelen bir gelenek, eski mağara ritüellerinin bir devamı olduğunu, doğanın cömert ortamında, bolluk içinde yaşayan insanların toplaşmalarını, ritüellerini alanlara taşımaları bağlamında düşünmeliyiz. Yoksa bu tartışma tek yanlı, mitolojik bilinçten eksik sürdürülür. Bu bağlamda konuya felsefi ve bütünsel bakmalıyız.
Doğa, o koşullarda avcı-toplayıcı insana uzun çalışma zorunluluğu yüklemiyor. Karacadağ’ın kök buğday alanlarını taşlarla çevirip, yabanıl keçilerden, koyunlardan, eşeklerden, boğalardan koruduğunuzda, ki o engeller hala orada gözlenebiliyor, hayat devam ediyordu. Bu dönemde aslında insan tarıma geçiyor, coğrafyanın uygunluğu, insanın özellikle de tahılları evcilleştirerek tarıma ve yerleşik yaşama geçmesini tetikliyor. Fakat yabanıl cennet hemen terkedilmeyecek kadar sürdürülebilirdir. Ancak zaman ilerledikçe, artan nüfus, büyük yangınlar, kuraklıklar bu süreci sekteye uğratacak, insan zorunlu olarak su kenarlarında tarım yapacaktı. Asıl tarıma geçiş bu süreçte başlamalı, köyler, yerleşimler bu zamanda kurulmalıydı. Göbeklitepe dahil daha önceki yerleşimler geçicidir. Tarım için Dicle ve Fırat nehirlerine düzen verilmesi, ıslah edilmesi gerekirdi. Bu doğa güçlerine düzen verme girişimi çok sonraları hafızada Sümer Mitolojisi olarak bizlere yansıyacaktır., Ayrıca Göbekli Tepe’yi kazan Schmidt’e göre: “Yerleşmede ele geçirilen dirlik kanıtları yabanıl kaynak tüketimine dayalı bir ekonomiye işaret etmektedir. Öyleyse burası, Göbekli Tepe, toplaşmanın evcilleştirmeden önce yaşandığını gösteren geniş, yerleşik bir höyüktü, ancak kalıcı bir yerleşim değil de, bölgesel bir kült merkezi işlevi görmüş olabilirdi”. … “Yerleşmenin en çarpıcı özelliği, bazı tanımlamalarda elleri ve kolları bulunan insan figürleri diye nitelenen, bazılarının yüzeylerine yabanıl hayvanlar oyulmuş megalitlerdir, T-dikmelerdir. Bu taş dikmeler iki tanesinin çevresinde yaklaşık bir daire oluşturacak şekilde dizilmiştir, ortadakiler diğerlerinden gözle görülecek kadar büyük olur. İki ana dikme tek başına dururken, dairenin içerisindekiler ocak taşından duvarlarla, duvarların içinde ise taş şeklinde birbirine bağlıdır”.
Göbekli Tepe Öncesi
Daha kısa bir süre önce Bilecik’in İnhisar ilçesindeki Gedikkaya Mağarası’nda bulunan dikitler, Göbekli Tepe dikilitaşların üzerine ışık düşürdü. Bu süreçte Gedikkaya Mağarası’nda Göbekli Tepe önceli bir durak olarak uzun bir süre toplulukların iskân edildiği ortaya çıktı (MÖ 14500-13500). Bu konuda yapılan açıklamalar, üst palolitik çağdan Gedikkaya mağarasına ve oradan Göbekli Tepe’ye gelen yolculuğa vurgu yapmaktadırlar. Gedikkaya dikilitaşı, Göbekli tepe dikitlerinin prototipi gibi görünmektedir. Dikitler birbirine çok benzemektedirler.
Epi Palolitik dönemde bulunan Ana Tanrıça heykelcikleri ve kemik objeler, bunun yanı sıra sayısız kaya kabartması , kumtaşından aslan ve kaplumbağa gibi heykelcikler; yabani hayvanların ve insanların betimlendiği sembolizm içeren ritüel uygulamaların varlığını ortaya koymaktadır. Biliyoruz ki Buzul Çağı sonlarında Batı Avrupa Üst Paleolitik kültürlerini temsil eden avcı toplayıcı gruplar, buzulların erimesiyle kendilerine yeni yerleşim alanları aramış ve bu sebepler Balkanlar, Kafkasya ve Akdeniz’e yayılmıştır. Bu insanlar mağara ve kaya sığınakları gibi yaşamaya uygun yerlerde belli bir süre konaklayıp bir kısmı Anadolu’yu kuzeyden ve güneyden katederek uzun bir süreç içerisinde ideal çevresel şartları barındıran Yakındoğu’ya ulaşmış gibi gözükmektedirler.
Ana Tanrıça heykelcikleri ve kemik objeler, etrafı taşla çevrili dikitler/dikilitaşlar gibi birtakım semboller ve ritüel uygulamaları kökeni Avrupa Üst Paleolitik kültürlerine dayanan kültürel hafızanın farklı zaman dilimleri ve coğrafyalarda tekrar etmesi şeklinde yorumlanabilir. Bu süreçte Gedikkaya Mağarası’nda bir durak olarak uzun bir süre iskân edilmiştir (MÖ 14500-13500) ve bu döneme ait antropomorfik ve zoomorfik heykelcik ve objeler bir yandan önceki Avrupa Üst Paleolitik kültürleri ile diğer yandan sonraki Urfa ‘Taş Tepeler’ olarak da anılan Anadolu Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem kültürleri arasında bir bağa işaret etmektedir.
Tanrıça ve Erkek Arkadaş Gerekliliği
Neolitik çağın sonuna doğru geldiğimizde Tanrıça bir erkek arkadaş gerekliliğini kabul etmiş bulunuyordu. İlk başta Tanrıça, açık bir tehdit oluşturmayan erkekleri -daha genç bir Tanrıyı, bir erkek kardeşini, hatta bir oğlunu- sevgilisi olarak seçiyordu. Onun çiftleşme törenlerinden kaynaklanan efsaneler, dünyanın tanıdığı en olağan dışı ve daima en tutulan törenler arasında olmuştur. Bu törenleri var eden efsaneler, dünyayı temsil eden Tanrıçanın vulvasına kutsal tohum olarak ekilmiş, onsuz hiçbir üremenin, hiçbir yenilenmenin, hiçbir yaşamın olamayacağı, ölüm tohumu olarak gömülmüş kız evlatla yahut kralla ilgilidir. Bu efsaneler, teolojinin gölgelerinde ve modern erkek egemen dinlerin pratiğinde varlığını sürdüren arketipik bir örüntü içerir.